Kitabımın yazım aşaması boyunca hiç kitap okumamıştım. Ancak bu bir senelik süreçte tıkandığımı hissettiğim yerler olduğu için alakalı olsun olmasın okuma yapmaya başladım. Benim için yakıt doldurmak diye benzetebileceğim türden bir eylem olmuştu.
Kurgum ile ilgili okuduğum kitapların hiçbiri roman değildi, hepsi kurguma yardımcı olabileceğini düşündüğüm türden kitaplardı. Yazma sanatını şekillendirecek veya belli bir düzene sokacak cinsten ya da kurgumda eksik olduğumu hissettiğim felsefi düşünce ve kavramları oturtacak cinstendiler.
Sürpriz kaçırmadan söylemem gerek ki bunlardan bir tanesi de simülasyon konusuydu. Bir süredir okumak istediğim ancak kitabımı bitirmeye çok yakın bir süreçte okuyup kısa notlar almakla yetindiğim bir kitap okuyorum. Jean Baudrillard’ın “Simülakrlar ve Simülasyon” kitabı.
Burada kafama oturan ve paylaşmak istediğim bir konu var bugün bu hususta yazacağım.
Simülakr, bir şeyin benzerliğini açıklamada kullanılan bir tabir ve Baudrillard’a göre yaşamda üç adet simülakr mevcut. Bunları isimlendirsek: Temsilcilik (Representation), Üretkenlik (Production) ve Simülasyon (Simulation) olarak verebiliriz.
İlki, modern öncesi simülakr olarak geçiyor ve bir şeyin orijinalliğinden ve temsilciliğinden bahsediyor. Duruma göre taklidi veya kopyası da olabilir ancak orijinal ile direkt ilişkisi bulunur. O şey, esas olanı direkt olarak temsil eder.
Örnek olarak dini referanslar içeren ikonaları, portreleri ve diğer türden resimleri düşünebilirsiniz. Bu eserler bahsedilen kişilere atıfta bulunup onlar ile bağlantı kurmanızı sağlıyorlar.
İkincisi, modern simülakr olarak geçiyor ve orijinalden gitgide kopulan hatta duruma göre tamamı ile kopulan bir konuyu esas alıyor. Özellikle de endüstriyel devrim ile birlikte şeylerin kitlesel bağlamda kopyalanması, çoğaltılması ve kendi başına bir anlam ifade etmeye başlamasından dem vuruluyor. Kendi gerçekliklerini yaratmaya başlıyorlar.
Örnek olarak herhangi bir araba modelini düşünebilirsiniz. Her biri başlangıçtaki konsept yapının çoğaltılmasıyla var olur. Esas olanın önemi artık azalır ve ürünün kendisine anlam yüklenir. Üstüne üstlük bunu daha başa alacak olursak, ilk araba Ford serisinin kopyaları olduğunu unutmamak gerek. Her birinin doğum noktası artık önem arz etmez veya akla ilk gelen husus olmaz. Önemli olan ve kendi gerçekliğini ortaya koyan artık üretilendir. Kopya, orijinalin önüne geçer.
Sonuncusu ise, modern sonrası simülakr olarak geçiyor ve artık tamamı ile orijinalden soyutlandığımızı görüyoruz. Kendi gerçeklikleri ve kurguları vardır. Bilinenin dışında bir anlamları olabilir. Gerçekötesi ya da gerçeküstü bir yapısının yanı sıra sanal bir bütünlükten bahsediyor olabiliriz.
Örnek olarak herhangi bir reality show’u düşünebiliriz. Her biri sanki yaşamımızdan kesitmiş gibi görünebilir ancak gerçek öyle değildir, daha da ötesindedir. Zira bunlar uydurmadır, kurgudur, kendi içinde bir düzene sahiptir ve artık orijinal olan yaşamın kendisiyle bağı kesilmiştir. Sadece kültürel ya da ahlaki yapılar yer yer alındığı için bizi anlatırmış gibi hissederiz. Fakat gerçek ile kurgu arasındaki bağ bulanıktır, sunulan her şey simülasyondan ibarettir.
Photo by Alicia Steels on Unsplash
Daha iyi anlamak ve özetlemek için şimdi tek bir özet üstünden gidelim o halde.
Örneğin Leonardo da Vinci Mona Lisa tablosunu yaptı. İcra edilen sanat eseri tektir ve orijinaldir. Gerçektir ve bir insanı temsil eder.
Zamanla ünlenen da Vinci ve tablosu, onun seviyesine erişmek isteyenler tarafından iyi ya da kötü amaçla taklit edilmeye başlanır. Birden fazla, özüne benzemeyen Mona Lisa görmeye başlarız. Ona ne kadar çok benzeyip benzemediklerinin bir önemi yoktur. Zira buradaki amaç temsil eden sanat eserini taklit etmektir, temsil edilen insanı değil. Kimse Mona Lisa’yı bulup poz vermesini (belki de aynı pozu) istemez, var olan temsilin (tablonun) kopyasını ortaya koymak isterler. Her biri artık kendilerince var olurlar. Sanayi üretimi gibidir adeta. Biriciklik de orijinallik de yitirilmeye başlanır.
Şimdi de modern döneme geçelim. Da Vinci ve Mona Lisa’nın ünü tarihe meydan okudu ve herkesçe temel manada biliniyor. Kimse Mona Lisa’yı tam anlamıyla tanımıyor, araştırma gereği duymuyor. Temsili olan tabloyu merak edenler fotoğrafını çekmek için yarışsa da sosyal medyada sergiledikten sonra işleri bitiyor. Ne gerçek (Mona Lisa), ne temsili (tablo) ne de o dönemde ortaya koyulan olası benzer üretimler (kopyalar) eskisi gibi aranmıyor. Çünkü artık sanal anlamda erişebilir, dijital anlamda çoğaltabilir ve bir sanat eserine ayırmamız gereken bilgi birikimi ve zamanı harcamadan elde edebiliriz. Mona Lisa’nın tişörtlerde, fincanlarda ya da reklamlarda olması artık gerçeğinden bütünüyle kopuktur; modern zaman kendi Mona Lisa dünyasını kurmuştur bile. Ona atfedilen anlam farklıdır artık. Kendisi de simülasyonun bir parçasından ibarettir.
Biliyorum, önce çok negatif bir his veriyor, öyle değil mi? Nadir de olsa bunun yararlı olabileceğini düşünüyorum. Mona Lisa’dan devam edecek olursak, bugün bazı insanlar için tanınmasını sağlayan yine o tişörtler, fincanlar ve reklamlardır. Garip gelse de bu böyledir. Yani popüler kültüre mal olan gerçeklikler(kişiler, olaylar, kültürel imgeler vs.), bazen, olumlu bir etki yaratarak daha fazla kişiye ulaşabilir. Elbette daha fazla kişiye ulaşabilmesi -özellikle de bir noktadan sonra- olumlu bir sonuç yaratmaya ne kadar yardımcı olabilir bu da başka bir tartışma konusu.
Son olarak romanları ele alalım. Çünkü kitapta anlatılan kısımda yer alan başlık “Simülasyon ve Bilimkurgu” olarak geçiyor. Ben de bu bağlamda bazı eserlerin hangi bölüme düştüğünden bahsedeceğim.
Temsilcilik, ütopya üretir. “Cesur Yeni Dünya”, ismi ile çelişkili gelecek gibi olsa da, aslında esas toplumumuzun idealize halini yansıtma çabası güttüğünden ötürü bir temsilcilik örneği taşır. Tıpkı kulağa yine şaşırtıcı gelse de Thomas More’un “Ütopya” adlı eseri de böyledir. Kurgusal bağlamda ele alırsak “Star Trek” örnek verilebilir çünkü toplumumuzun gelecekteki halini ve gelecek öngörüsünü sunma çabası içerisindedir. Yani her biri, esas toplumun temsilidir. Anlatılar, var olanın üstüne inşa edilmiştir.
Üretkenlik, kurgu üretir. Farkı anlamak için ikinci simülakr türünün örneklendirelim. Philip Kindred Dick’in “Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi?” (Blade Runner filmi), “Matrix” serisi, “Inception” filmi ya da benzer olarak “Ghost in the Shell” animesi bu kategoride bulunur. Kurgular toplum üstünden şekillenmeye devam etseler de, ortada yer alan dijital, sanal, kopya ve yapay etmenler gerçeklikten soyutlar. Bizlere gerçeğin ne olduğunu sordurtma peşindedir ve bu haliyle de zaten var olan toplum ve yaşamdan kopukluk göstermeye başlar.
Simulasyon kendini gösterir. Şimdi ilk ikisinden kesin bir şekilde sıyrılan eserleri belirttiğimde farkı tam anlamıyla görmeniz mümkün. “Tron”, “Westworld”, “Neuromancer”, “Ready Player One” ve “Matrix” (evet, burada da var) son simülakr biçiminin bilimkurgu içeriğine örnektir. Burada bahsedilen dünyalar, diyarlar, yerler, olaylar gerçekliğimizle ve yaşamımızla eşleştiremeyeceğimiz türdedirler. Tümüyle kurgudurlar ve hatta algımızın ötesinde olmaktan çekinmezler. Soyut yapısıyla kafa karışıklığı yaratabilirler veya anlamsız gelebilirler. Çünkü her birinin kendine ait gerçeküstü bir yapısı vardır. Bu eserleri anlayabilmek adına kendi yaşamımızdan izler aramak yerine, var olan anlatıdaki biçimi kavramaya çalışmak daha makuldur. Zira gerçeklikten uzak olmalarının yanı sıra, içinde bulunmadığımız siber uzayda, sanal gerçeklikte veya yapay zeka ve bilinç içinde bulunan eserlerdir. Simülasyondurlar ve biz onların bir parçası değiliz. Tabiri caizse, kafa yakan eserdirler. Neuromancer’ı farklı dönemlerde iki kez okumuştum ve anlamamıştım. Siberpunk türündeki ilk eser olarak kabul edilir. Üçlemenin ilk kitabıdır. Diğer iki kitabın ismi ise “Kont Sıfır” ve “Mona Lisa Aşırı Yükleme”.
Bildiğimiz anlamda simülasyon genelde ya bir laboratuvar deneyi ya da programcılık derlemeleri bütünü gibi görünse de aslında detaya inince farkı görmek ve örneklendirmek keyifli ve öğretici oldu benim için. Üstünde durduğum bir konu olup ilgilimi çektiği için notlarımı ve düşüncelerimi paylaşmak istedim.
Comments