top of page

Okuma ve Anlam Arayışı

Edebiyat dersi ve öğretmenleri çoğu öğrencinin korkulu rüyasıydı. Her ne kadar seviyor ve ilgileniyor olsanız da bu ders genelde uğraştırıcı ve öğretmenleri ise tutucu, dediğim dedik ve zor beğenen kişilerdi.


Peki, öğrenci olarak neyi kaçırdık? Edebiyat dersleri ezberlerden ibaret kılındı ve ilk eserlerin adları ve yazarları dışında çok az şey öğrenilebildi. Dersler kendini tekrara düşürdü —sanki anlatılacak çok az şey vardı. Belki de öğretmeniniz sadece kendi sevdiği kitapları okutup özetini çıkarttırıyordu.


Tüm bunlar, kısmen de olsa, bazı öğrencilere bir katkı sunmuş olabilir. Yine de oranın düşük olduğuna eminim. Kaçırdığımız esas şey ise yorumlama yeteneğini kazanamamamız oldu.


Ne derler bilirsiniz, “Şu yazarı okutmadılar çünkü olan bitene anlam getirmemizi istemediler!” İşin garip yanı burada bitiyor. Okuma isteğini kendimizde bulmayı geçtim, okusak dahi anlayabilecek miydik? Anladığımızı sanıp kendimizi daha iyi (ya da kötü) mi hissedecektik?


 

Kitap okumayı küçüklükten beri seviyorum. Kendimce çok okuduğumu düşündüğüm zamanlarım da oldu, çok sığ ve boş geçen dönemlerim de. Ancak bu bir vazgeçmeme meselesi.


Bir noktadan sonra bu meselenin ciddiyeti değişiyor ve detaya indirgememiz gereken başka boyutları çıkıyor ortaya. Kitap artık okunacak bir kelime yığını olmaktan ziyade anlam kazanması gereken bir zaman meşgalesi haline geliyor. Öyle ya, kitap okumak geri döndürülemez bir uğraş. Ondan en iyi verimi almak gerekmez mi? Gerçi bunu hayatımızdaki birçok şey için diyoruzdur ama bu başka bir konu.


Son yedi aydır kitap kulübü görüşmeleri yapıyoruz. Bundan evvel de kitap yazımımla uğraşıyordum ve yardımcı olması için bazı kitaplara başvuruyordum. Tüm bu süreç boyunca kitapları hiç olmadığım kadar iyi anlamaya başladım. Çünkü iki yeni etmen vardı artık hayatımda.


İlki kitabı yazmanın ta kendisi. Kısa hikâyeler, detaylar, duygusal dışavurumlar, diyaloglar, kafiyeli sözler, kelimelerin doğru kullanımı… Bunları pratik ettikçe öykü kavramı bambaşka bir şekle büründü artık. O an sadece bir okur gözünden değil aynı zamanda bir yazar gözünden bakmakla yükümlüydüm. Bu da elbette farklı yönleri ele almanızı ve fark etmenizi gerektiriyor.


Okurlar genellikle yazarın o roman için ne kadar zaman ayırdığını, o cümleyi kaç kez değiştirdiğini ya da o anda neler hissettiklerini ya düşünmezler ya da bilemezler. Doğal olarak sadece yazılana yani ona verilene odaklanırlar. İçte yatan ses ile okumasını yapar ve hayatına devam eder okur. Eksik olan şey ise o kitap hakkında tartışmaktır, sesli dile getirmektir. Duygularını açık etmek, fikirlerini savunmak ve olayların gidişatını farklı zihinlerden de duymaktır. İşte bana kalırsa bir okur olarak o an, kitabı yazmış olma hissine en yakın olduğumuz andır. Yazar gibi düşünmek, okunulan eserden zevk almak, göğüste minik bir çarpıntı duymak...


İkincisi ise çalışarak okumak. Buna ön ayak olan ise kitap kulübüydü hiç şüphesiz. Öncesinde elime kâğıt kalem alıp da iştahla not tutmaya koyulmamıştım okuma yaparken. Elbette bazı küçük notlar alıyor ve yapışkan kâğıtlarla hatırlatıcı yerleri işaretliyordum ama bunun -şahsen- yeterli olmadığını görüyorum. Beynim daha fazlasını istiyor o eserden.


Photo by Unseen Studio on Unsplash


Not almanın önemine tekrar tekrar değinmek istemiyorum ama kısa notlar almak düşük bütçeli arşiv yaratmak gibidir. Beyne yapılan yamalardır. Fakat bu defa, bu eylemin dahi ötesine gitmek gerekiyor.


Evet, şu doğru olabilir: “Her kitap ciddiyetle oturup çalışma yapmaya değecek kadar içerik sunmaz.” Katılmıyorum ama belki de yanılıyorumdur. Bana kalırsa buradaki husus okur ile kitap arasındaki bağlantıda yatıyor. Kısacık bir anlatıda, öyküde ya da masalda sandığımızdan fazlasını elde edeceğimize eminim. Üstüne üstlük bunu şiirlerde, şarkılarda ve dört beş kelimelik mikro öykülerde bile alabiliriz. Bu bizim ondan ne beklediğimize bağlı. “İşte bütün mesele bu”.


Kitabı çalışmak deyince akla bir şey gelmediyse biraz da buna değinelim.


Akademik bir yazıdan ya da tez oluşturur gibi bağlanmaktan bahsetmiyorum. Benim için bir kitabı çalışmak şöyle oluyor:


  • Karakter isimlerini, kişiliklerini, dış görünüşlerini,

  • Dönemin tarihini ve yer isimlerini,

  • Deyimleri ve özlü sözleri,

  • Kitaba has olan kelimeleri, deyimleri, alıntıları,

  • Şarkı, şiir, kitap, film gibi dış veya kitabın içindeki yerel unsurlara yapılan atıfları,

  • Beğendiğim cümlelerin sayfalarını,

  • Kitabın kendisinin yanı sıra yazar ve alakalı diğer bilgileri not almak.


Burada yaptığım not almakla sınırlı değil elbette. Aynı zamanda karakterlerin söyledikleri kadar söylemedikleri de önemlidir. Gizli niyetleri, sonrasında gerçekleşebilecek olayları, önceden yapılan imaları (foreshadowing), felsefi çıkarımları ve tek okuyuşta anlaşılmayanları da bu not almalarla yapılan tekrarlarda kavrayabilmek pek olası. Bunun yanı sıra, bölümlere ayrılmış bir eser ise özetlemek de büyük iş görüyor benim açımdan.


 

Zannediyorum ki bu türden bir çalışma biçimini benimseyerek kitapları daha iyi anlayabiliriz. Aklımızdaki kalıcılığını uzun sürelere çıkarabilir, sadece laf olsun diye okuduğumuzu söylemenin önüne geçebilir, not alma disiplinimizi geliştirebilir, tartışmalarımızda daha iyi bir zemin hazırlayabilir, ifade etme yeteneğimizi genişletebilir, eleştirel açıdan bakmayı öğrenebilir ve belki de en önemlisi yorumlama gücümüzü ortaya çıkarabiliriz. Tıpkı en başta yoksunluğunu çektiğimizi belirttiğimiz gibi.


Şüphesiz ki, bunu her zaman için uygulayamayız. Bu özveri, boş vakit, odak isteyen bir uğraş.


Madem öyle bir soru da ben sorayım. Hangisi kişisel gelişimimiz adına daha büyük önem taşır: çalışarak ve zaman harcayarak yaptığımız okumalar mı, daha sık yapacağımız gündelik okumalar mı?

Comments


bottom of page