top of page

Nobel Edebiyat Ödülü Hakkında

10 Ekim 2024 tarihi itibariyle Nobel Edebiyat Ödülü’nün, Güney Koreli yazar Han Kang’a verileceği açıklandı ve ödülünü 10 Aralık’ta alacak. Bunun dışında ödülleri de bulunan yazar en son 2005 yılından itibaren takdim edilen Man Booker Uluslararası Ödülü’nü (International Booker Prize) 2016 yılında, “Vejetaryen” adlı kitabı sayesinde kazanmış.


Nobel ödülü açıklanmasında belirtilene göre, “tarihsel travmalarla yüzleşen ve insan hayatının kırılganlığını gözler önüne seren yoğun şiirsel düzyazısı için” ("for her intense poetic prose that confronts historical traumas and exposes the fragility of human life”) gerekçesiyle ödülü kazandığını öğreniyoruz.


Ödülü kazandıktan sonra haliyle birtakım eleştirilere maruz kalmış ki buna şaşırmadım. Hatta bunun her sene yaşandığına gözüm kapalı inanabilirim. İsveçli bazı eleştirmenler ve yazarlar, Han Kang’ın iyi bir yazar olduğunu belirtip cümlelerine yumuşatarak başlarken aslında ödüle layık olmadığını ve elli sene içerisinde unutulup gideceğini belirtiyorlar. Biliyorsunuz ki, Nobel Ödülü aslında İsveç’te başlayan ve komitesinde sadece bu ülkenin vatandaşlarının bulunduğu, küresel manada geçerlilik ve ün kazanmış bir yapı. Ödüllerin bir geçerliliği olup olmadığını yazının sonunda tekrar düşünmek ise size kalmış.


Photo by Anastacia Dvi on Unsplash


Başlıkta da belirttiğim üzere aslında yazımda Han Kang’a çok fazla odaklanma niyetinde değilim. Ama değinmezsem de olmaz. İsmini ilk defa, ödül açıklanmadan evvel, bir sosyal medya hesabında rastgele görmüştüm ve ilgili gönderi de daha ziyade 2018’deki sanatsal bir çalışmasını ele alıyordu. İlgimi pek çekmemişti. Ancak bunu gördükten yaklaşık bir hafta sonra ödül aldığı açıklanınca bu ismi nereden hatırladığımı sorgulayıp durdum. Önceden yazısını da yazmış olduğum Future Library adlı oluşumda 2018 yılında yer almış ve 100 sene sonrasına yazısını bırakan yazarlardan biri seçilmiş halbuki. Elli sene sonrasını bilmem ama yüz sene sonra isminin tekrar anılacağı çoktan kesinleşmiş durumda.



Geçen sene de yazmayı ertelediğim bir konu olduğu için Nobel Ödülleri’nin işleyişini, dağıtılan ödüller ele alındığında konsept ile ilgili neler düşünüldüğünü ve ortaya ne gibi istatistiklerin çıktığını araştırdım ve sizlerle paylaşmak istiyorum. Şahsi düşüncelerime de yer verme niyetindeyim elbette.


İsveçli bilim adamı Alfred Nobel tarafından 1895 yılında insanlığa yarar sağladığı düşülen konularda ve beş (fizik, kimya, fizyoloji veya tıp, edebiyat ve barış) ayrı kategoride olacak şekilde ödüllerin verilmesi kararlaştırılıyor. 1 sene sonra da (ödüllerin de dağıtıldığı tarih olan 10 Aralık günü) kendisi vefat ediyor. İlk ödüller 1901 yılında, adına kurulmuş vakıf tarafından dağıtılmaya başlanıyor. Altıncı bir kategorinin de 1969 yılında İsveç Merkez Bankası tarafından eklenmesi uygun görülüyor ve ekonomi bilimleri alanında ödüller dağıtılmaya başlanıyor.


1935, 1940, 1941, 1942, 1943 yılları haricinde dağıtılan edebiyat ödülleri, 2024 yılı itibariyle 121 kişiye sunulmuş. Bunların sadece 18’i kadın (ilki 1909 yılında Selma Lagerlöf’e verilmiş ki kendisi sonrasında komitede de yer almış) iken diğer kategoriler ile karşılaştırıldığında kadınların en çok ödül aldığı ikinci kategori olduğu görülüyor. İlki ise Nobel Barış Ödülü kategorisiymiş (takdim edilen 27 kuruluşun haricinde, 111 kişinin 19’u kadın).


 

Edebiyat ödüllerine dönelim. İncelemek için son on yılı ele almayı uygun görmüştüm aslında ama bazı konularda daha da geriye dönük bir bakış atmam gerekti. Bu bağlamda gözüme çarpan ilk husus, az önce de değinmiş olduğum, ödüllerdeki cinsiyet farklılığıydı. Yine de 2000 sonrası dönemi ele alacak olursak neredeyse her sene bir erkek bir kadın olacak şekilde (art arda ise hiç verilmemiş) dağıtıldıklarını görebiliyoruz. Bu bilinçli bir tercih mi, bilemem. Fakat kadınların aldığı toplam ödülün yarısından çoğunun (12 adet) ise son otuz senede verildiği bir gerçek.


Bunun dışında en çok Fransa’ya dağıtılan ödülleri takip eden ülkeler Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya ve İsveç olacak şekilde yer alıyor. Burada ele alınan ölçüt yanılmıyorsam ödül sahiplerinin o sırada yaşadıkları ve vatandaşlıklarının bulunduğu ülkelerden oluşuyor. Bu arada İsveç’in ilk beş içerisinde bulunması sizin de gözünüze çarptı mı?


Eserlerde kullanılan dil bakımından ise haliyle İngilizce en üst sırada yer alırken ikinci sıradaki Fransızca ise yarısı kadarıyla, 16 yazarın eserlerinde yer almışa benziyor. Sırasıyla Almanca, İspanyolca ve İsveççe onları takip ediyor.


Edebiyat kategorisinde en genç aday (İngiltere himayesindeki Hindistan’da doğan Rudyard Kipling, 1907 yılında almış) 41 ve en yaşlısı da (İran'da İngiliz ebeveynlerin çocuğu olarak dünyaya gelen Doris Lessing, 2007 yılında almış) 87 yaşındaymış. 2013 yılında vefat eden Doris Lessing’in ödülü kazandığı ile ilgili haberi alırken söylediklerini ve sonrasında yaptığı açıklamasını ilgili bağlantılardan izleyebilirsiniz.


Öte yandan şu merak edilebilir: “Özellikle fizik ve kimya kategorilerinde birden çok kişi ödülü paylaşıyor, edebiyat için bu geçerli değil mi?” Pek değil. Aslında bu durum, düşününce mantıksız da değil. Bana da böyle olması gerekiyormuş gibi hissettiriyor ancak bu durumun yaşandığı yıllar da gerçekleşmiş. Bunca yıl içerisinde mutlaka istisnalar bulunmuş yani. 1907, 1917, 1966 ve 1974 yıllarının her birinde ikişer kişiye verilmesi kararlaştırılmış.


Düşündükçe bu durumun nadir oluşunu kabullenebiliyorum. Çünkü yazmak kişiye özgüdür ve bunu sadece kişinin kendisi layığıyla yerine getirebilir. Ortaklaşa yazılan eserler (ki bu zamana kadar böyle bir esere ödül verilmediğini belirtelim), diğer kategorilerdeki ortak çabalar kadar etkili midir? Anlaşılan 120 sene boyunca böyle düşünülmedi. Muhtemelen bunun diğer bir nedeni, belli eserleri üzerinden değil de yaşam boyu süregelen çalışmalarının tümünün ele alınıyor oluşudur (ki aslında 1965 yılına kadar toplamda 9 kez eser bazında özel seçimler de yapılmış)


Bu zamana kadar hiç kimse Nobel Edebiyat Ödülü’nü birden fazla kez kazanamamış. Bunun da gayet yerinde olduğunu düşünüyorum. Öte yandan iki kişi kendilerine verilen ödülü reddetmişler. İlki 1958 yılında Boris Pasternak’ın ödülü kabul etmesi ancak ülkesi olan Sovyetler Birliği yetkililerinin reddetmesiyle gerçekleşiyor. Diğeri ise, 1964 yılında kendisine takdim edilen diğer tüm ödülleri de reddettiğini belirten Jean Paul Sartre olmuş.



Şimdi bazı yorumlamalara ve eleştirilere gelelim. Öncesinde edebiyatın ve barındırdıklarının değerlendirmeleri yapılırken neden daha farklı bir yol izlendiğine değineceğim.


Edebiyat, sınırları olmayan bir mesele, bir disiplin. Bilimsel olmadığından rasyonelliğe de yer vermek zorunda hissetmez. Bundan ötürü, yalnızca kendi iç dinamikleri (belli kurallar çerçevesindeki dil, üslup, anlatım) ile değerlendirilebilir; dış ölçütler (kişisel duygu ve düşünceler) üzerinden kesin bir şekilde değerlendirilmesi zordur.


Yani eserler üstündeki yorumlamalar ve değerlendirmeler bu bağlamda ele alındığında her daim soyut ve belli bir derecede de olsa kişiseldir. Hatta kişiselliği aşarak ortak bir duygu uyandırsa bile, herkesi tatmin eden bir değerlendirme yapmak zordur. Bu da onu, fizik gibi bilimsel bir daldan ayırır.


Çünkü bilim devinimlidir, sürekli bir hareket ve ilerleme bilinci mevcuttur. Deney ve çalışmalar sonucunda elde edilen çıktılar (aksi kanıtlanana kadar) doğru kabul edilen hipotezler veya kesinlik içeren bilimsel kurallardır. Fakat bu, edebiyat için her anlamda uygun değildir. Zira edebi eserlerde anlatılan olaylar aynı kalabilir, değişme zorunluluğu yoktur. Farkı yaratan ise onları anlatım biçimidir. Kişisel düşünceler ve toplumsal değerlerin yazma biçimleriyle olan birleşimi bunlara etki eder. Bu da edebiyatı, kesinlikten ziyade çeşitliliğe dayalı bir alan yapar.


Kabaca özetlersek, bilimsel bir sonuç ölçülebilir ve kanıtlanabilir iken bunu edebiyatta yapamadığımızdan ucu her daim açıktır ve tartışma zemini oluşturmaya müsaittir.


Bundan ötürüdür ki, komite tarafından yapılan seçimler de çokça eleştiriye maruz kalmış. Bu da anlaşılır bir durum. Ödülü kazanan ya da kazanmayan kişiler olsun, kişilerin yanı sıra alakalı kurum ve kuruluşlar olsun, Nobel ödüllerini eleştirmekten geri kalmamışlar.


 

Eleştirilerin en büyüğü, aynı zamanda belki de en tahmin edilebilir olanı, adları ve eserleri klasikleşmiş olan ve küresel çapta saygınlık sahibi yazarların bu ödüle layık görülmemesidir. Bu, kulağa çok abes gelmiyor öyle değil mi? 2012’de yazılan bir Wall Street Journal makalesinden bir alıntı paylaşayım:


"Bilmiyor olabilirsiniz ama siz ve ben, üyeleri arasında Leo Tolstoy, Henry James, Anton Çehov, Mark Twain, Henrik Ibsen, Marcel Proust, James Joyce, Jorge Luis Borges ve Vladimir Nabokov'un da bulunduğu bir kulübün üyeleriyiz. Bu kulüp Nobel Edebiyat Ödülü'nü Kazanamayanlar Kulübü'dür. Gerçek anlamda büyük olan tüm bu yazarlar, 1901'de verilmeye başlanan ödülün verildiği dönemde hayattaydılar ve ödülü kazanamadılar.”


Onlarca kez (yılda bir verildiğini düşünürsek bu uzun bir zaman dilimi gerçekten de) aday gösterilen birçok yazar dahi reddedilmiş. Haliyle bu türden bir tutum, hem aday gösteren kişilerin hem de o adayın kalitesini bilenlerin aklına bazı şüphe tohumları ekiyor. Bu noktada artık sorgulanan yazarın yetersizliğinden ziyade komitenin güvensizliği ve tutarsızlığı oluyor.


Hemen sonrasında eklemek lazım ki, komite tarafından gösterilen bu türden bir inat ya da bilinçli reddedişler, Nobel ödülünün saygınlığına, ciddiyetine ve ehemmiyetine de bir yara açıyor.


Photo by USGS on Unsplash


Değinilmesi gerekilen diğer bir konu da sıkça gündeme gelmiş. İsveçlilerin fazla özsever ve bencil olmasından olsa gerek, hem kendi milletinin adaylarına kolaylık tanıması hem de Avrupa merkezli bir tutum içinde bulunması akademik camia tarafından bolca şikayet ve eleştiriyi doğurmuş.


Bu konu hakkında bir an durup tarafsız bakmaya çalıştım. Evet, şu bir gerçek, aynı dili konuşan ya da dil ailesinden olan toplumlar birbirlerine karşı kesinlikle daha ılımlıdırlar. Üstüne üstlük bir de hesaba henüz katmadığımız benzer kültürler meselesi var. Bu yüzdendir ki diğer kıtaların adayları genelde hep ikinci planda kalıyorlar.


Endonezya, Yeni Zelanda, Honduras ya da Moğolistan’da yaşayan bir birey ile Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde yaşayan birey bu konuyu ele aldığımızda aynı noktada değil, bu açık. Yani farklılıklar olası ancak bu farklılıkların tek bir noktadan ele alınması sağlıklı mı? Buradaki anlatıları, şiirleri, folklorik yapının edebiyata yansımasını, bilim alanındaki yerel ancak çığır açan gelişmeleri, coğrafi çatışmaların önüne geçen kuruluşların etkilerini, finansal krizlere çare bulmak adına harekete geçen özverili insanları kim inceleyecek ve onları ne raddede anlayabilecek?


Görünüşe göre komitenin gözden kaçırdığı ya da ciddiye almadığı, umursamadığı bazı kısımlar var. Ödüller, bir yarışmanın sonucu değil ve kuruluşun asıl önemi insanlığın ilerlemesi adına destek sağlaması. Zannediyorum ki başlangıçtaki amaçlarından iyice kopuyorlar. Eleştirilerin yeni olmadığını da hesaba katarsak belki de çoktan kopmuşlardı.


Giderek siyasi ve politik kazanımlara aracı olmaya çalışan bir yapı haline geldiğini söyleyenler tam da bu nedenden ötürü dile getiriyor olabilirler, ne dersiniz?


Bunu aslında biraz da Eurovision Şarkı Yarışması’na benzetiyorum. Her ikisi de senede bir kez düzenleniyor, küresel (!) çapta dağıtılan Nobel Ödülü’nün aksine Eurovision sadece Avrupa’yı kapsıyor. Ancak hepimizin en az bir kez de olsa izlediğini düşündüğüm bu yarışmanın oylama kısmı, hiç de o göze sokulan sevimli tavrı yansıtmaz ve her seferinde bencilliğine yenik düşer. Alınan ve verilen puanlar hesaplıdır, göz kırpmalardan ibarettir; ülkelerin kendini affettirmesi ya da iyi ilişkiler kurmak adına adım atması niteliğindedir. Hislerden ve gerçekliklerden uzaktır, sunidir ve benliğinden kopuktur. Dikkat ederseniz müzik de aynı edebiyat gibidir; sıkı ölçütleri olmayan, hislerle hareket edilen ve kişiye hitap eden bir sanat formudur. Ancak her seferinde aynı coğrafyanın üstün gelişi ne kadar tutarlıdır? Avrupa üstten baka baka görüşünü kaybetti, gözleri bulanıklaştı; aşağıda sandıkları bireyler/milletler sanıldığı kadar çok değil.



Bu gibi oluşumların çürümesi, kültürel inşa bloklarını çöpe atacak siyasi etkileşim ve manevralara yer vermesi, insanlık adına üzücü ve yıpratıcı. Belirttiğimiz gibi hem kuruluşun güvenilirliğini hem ödülün saygınlığını zedeliyor, insanların bu ölçekteki toplumsal olaylara olan ilgisini köreltiyor ve sadece kendi oyun alanlarında köşe kapmaca oynamalarına izin veriyor.


 

Peki, bu kadar eleştiri yeter. Ne yapılsa bu türden büyük çaplı ve bilinir oluşumlar sağlıklı bir şekilde yoluna devam eder?


Öncelikle bencil tutumların bir kenara bırakılması gerekli. İsveç, komitesini yeniden oluşturmalı ve bunu millet bakımından çeşitlendirmeli. Empatiden yoksun bir alt yapı olduğuna şüphe yok.


Belki bu, her kıtayı temsil edecek en az iki komite üyesi ve bir yedek olacak şekilde sağlanabilirdi. Alfred Nobel’in ve ev sahipliğinin şerefine de, aday değerlendirmeleri esnasında İsveç’in oy hakkı bir yerine iki sayılabilirdi.


Bir diğer çözüm ise şu olabilirdi: Komite yapılanmasını zorunlu tutmaktansa, seçilen adaylar tarafında artış sağlanabilirdi. Örneğin her kıtadan en az iki adayı ele almak ve kriterlere göre eleme yöntemine gidebilirlerdi. Adayların sayısı kıtaların toplam popülasyonu bazında tekrar şekillenebilirdi. Sonuçta amaç insanlığa nelerin başarılabildiğini göstermek ise bu konuda taraf seçmemeli, siyasete karışılmamalı ve başarıya ön ayak olacak kimse ona şans tanınmalı.


Başka bir örnek olarak, ödül sayısı artırılabilirdi. Ödülün daha fazla kişiye verilişi onun değerini gerçekten de düşürür müydü? Aksine, bu türden bir seçim adaletli olabilecek çeşitliliği göstereceğinden olumlu bir etki yaratıp değerine değer katmaz mıydı? Unutmamak gerek ki, “sadece Nobel ödülünü alanlar başarılıdır” şeklinde düşünmek doğru değil. Emek veren insanlar, ödüller olsun ya da olmasın var olmaya devam edeceklerdir. Nobel günümüzde sadece bir reklam. Sırf bu düşünceyle bile, Nobel hakkında düşünülen ve kurulan saygın bağın sanıldığı kadar yoğun olmaması gerektiğini savunuyorum.


 

Son olarak sizlere bir takım bağlantılar ve istatistikler vereceğim.


Yedi ay önce paylaşılmış aşağıdaki tabloda, Nobel Edebiyat Ödülü dil bazında değerlendirildiğinde, yerel dili konuşan (milyon bazındaki) popülasyonun kazanılan ödül sayısına olan oranını görüyoruz. Örneklemek adına, ana dili İzlandaca olup ödülü kazanan bir kişi, aynı sayıda ödül olmasına rağmen Türkçe ya da Portekizce gibi diğer dillerden önde. Bunu anlayabilmek adına, İzlanda popülasyonunun günlük olarak güncellendiği verileri buradan aldım ve görünen o ki an itibariyle 405 bin 595 kişi yasal olarak ikamet ediyor.



Türkiye’nin nüfusu, “Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi 2023 Sonuçları” başlığı altında şurada ele alınmış ve sayının da 85 milyon 372 bin 377 olduğu görülüyor.


Bu sayı Portekiz için şuradan edindiğim bilgilere göre, 31 Aralık 2023 tarihinde 10 milyon 639 bin 726 olarak belirtilmiş. Hemen şu soru akla gelecektir. “O halde neden Portekiz Türkiye’den geride görünüyor?” Çünkü tabloda ana dili konuşanların ele aldığını belirttik. Bu durumda, Portekizce’yi konuşan örneğin Brezilya’yı da ele alacak olursak (Ağustos 2022 itibariyle 203 milyon 62 bin 512 kişi) anlaşılır hale geliyor.


Yine göze çarpan noktalardan biri muhtemelen İskandinav ülkelerinin (Norveç, İsveç, Danimarka) listede olması ve hatta Nordik ülkeler olarak ele alırsak (İzlanda, Norveç, İsveç, Danimarka, Finlandiya) ilk altıda yer almaları. Bunu daha fazla yorumlama gereği duymuyorum.


Öte yandan İsrail, Rusya ve Türkiye’yi de Avrupa kıtasında sayarsak (bkz. Eurovision Şarkı Yarışması), diğer kıtalara dağıtılan ödüllerin azlığı da yine kendini belli ediyor. Evet, doğum yeri Avrupa dışında olup da ödül kazananlar var ama ödüller hep çevre dillere ve coğrafyaya verilmiş durumda. Ne mutlu ki Han Kang, Korece ile bu tabloya bir ekleme sunabilecek.


 

Şimdi dil bazında değil de, kazanan ülke bazında yer alan 2020 yılında oluşturulmuş şu tabloya hızlıca bakalım.



Dürüst olmak gerekirse özellikle ilk üç ülke için bu çok da sağlıklı bir veri olmayabilir. Örneğin 2017 ödülünü kazanan Kazuo Ishiguro Japonya doğumlu bir İngiliz vatandaşı olarak buradaki veriye etki ediyor. Bu şekilde bakıldığında Fransa, ABD ve BK’nin neden önde olduğu anlaşılabilir. Öte yandan bir üstteki tabloda da Fransızca eserler veren 16, İngilizce eserler veren ise 32 ödülün dağıtıldığını ele alırsak tablo bir başka netlik kazanabiliyor. Komik olan aslında İsveç’in buradaki varlığı.


 

Sözlerimi sonlandırırken ek bir bilgi: potansiyel adaylar mutlaka bir başkası tarafından gösteriliyorlar. Nobel kuruluşu da bu adayları 50 sene boyunca gizli tutuyormuş. Bu bağlamda kendi sitesinden bazı detaylı verilere buradan ulaşabilirsiniz. Beş kategorideki adayları, son tarih 1970 olacak şekilde inceleyebilirsiniz. Burada aday gösterenlerin ve aday gösterilenlerin isimleri mevcut. Aklıma gelen isimleri ve o senenin kazananlarını karşılaştırdığımda söylemem gerek ki, komite bu işi becerememiş. Belki de işine geldiği gibi becermiş. 1934 Nobel Barış Ödülü adayları ve kazananı buna en güzel örnek olabilir.

Comentarios


bottom of page