Tarihteki en şaşaalı renk hangisidir diye sorsam ne derdiniz? Asalet, kraliyet, zenginlik, ihtişam, zevküsefa, abartı, gösteriş ve biricikliğin sembolü olan mordur elbette. İşte tam da bu nedenden ötürü kullanılan yabancı bir terim var edebiyatta: “Purple Prose”.
Aslında Romalı şair Horatius’un “Ars Poetica” adlı eserinde kullanılan bir ifade. Latince “purpureus panna” (mor yama veya mor pasaj) olarak geçiyor ve anlatıdaki süslemeli ve gösterişli yanı tanımlıyor. Malum, bir elbisenin üstündeki yama (iyi görünsün görünmesin) da dikkat çeken şeylerden ilki olmaya adaydır. Normalin dışında seyreden bir biçim ve renktir. Uyumsuzluk yaratması muhtemeldir.
Dilimizde “aşırı süslü dil” veya “şatafatlı anlatım” şeklinde çevirebiliriz. Belki de, daha sık kullanıma sahip bir sözcük olan “ağdalı anlatım” edebiyat derslerini hatırlatabilir.
Tanzimat Edebiyatı (1860-1895) ve Servet-i Fünun Edebiyatı Dönemi’nin (1896-1901) vazgeçilmez ve klişeleşmiş biçimidir. O dönemlerin herhangi bir yazarının eserini incelersek, bununla karşılaşmamamız düşünülemez.
Dünya Edebiyatı’nda ise Klasik Dönem olan 19. yüzyılda etkili olmuştur. Bunun yanı sıra, anlatımlarda duygu yoğunluklu tasvirlerin bulunduğu romantik eserlerde de bolca yer alır.
Peki, tam olarak nedir bu “purple prose”? İşin aslı kalabalık cümlelerde ve onları betimlemeyen yarayan sıfat, zarf ve metaforların bolca kullanımında saklı.
Diyelim ki bir manzara hakkında yazacaksınız. Şu tarz bir anlatım, sade, yeterli ve belirgin bir sunum olabilir.
“Gökyüzü yıldızlarla doluydu ve ufukta, dağların zirveleri yükseliyordu.”
Fakat bu cümleyi şıkır şıkır yapmanın yolu var. Onu şu şekilde yazmak da mümkün.
“Gökyüzü, kanatlanmış bir ateşböceği ordusunun altın iplikleriyle bezenmiş bir örtü gibi, yıldızların ışıl ışıl parıltıları arasında titriyor ve ufuktaki dağların zirvesi, sonsuzluğa açılan ilahi bir tapınağın sütunları gibi gururla yükseliyordu.”
Krallara layık bir biçime kavuştuğu açık. Manzarayı iyice pohpohladık ama üstüne üstlük başka önemli bir şey daha yaptık. Anlatının kendisinden koptuk. Konu sadece manzarada ne gördüğümüzdü ama onu iyice abarttık ve farklı noktalara çekmeye çalıştık.
Yalan söylemeye gerek yok, okuma zevkini artırmış olabilir ki zaten bu biçimi kötüleyen veya olumsuza çeken bir yazı sunma derdinde değilim. Ancak bağlamdan kopmaya müsait bir edebi araç olduğunu görmek gerekli.
Ünlü yazarların çoğu bu biçimi kullanmayı seviyor. Victor Hugo ya da Charles Dickens bunlardan sadece birkaçı. Modern anlamda da hiç şüphesiz ki Tolkien ve Lovecraft buna çokça başvurmuştur.
Bence, şiirlerle daha içli dışlı olan yazarların, bu tarz bölümler sunması çok daha olası. Nedenini ise, şatafatlı anlatımda ortaya çıkmaya meyilli metaforların, duygusal ağırlık taşımasına bağlıyorum. Duygusal ve romantik anlatım, şairane tarzı benimseyen yazarların bir parçası gibidir bana kalırsa. Yanıldığımı düşünüyorsanız fikirlerinizi dinlemek isterim.
Photo by Georgii Eletskikh on Unsplash
Yazarlar bu türden bir edebi aracı neden kullanma gereği duyuyor olabilirler? Olumlu ve olumsuz yanlarını değerlendirelim.
Öncelikle bahsettiğim gibi, anlatıya mal olan konu her ne olursa olsun duygusal bir yoğunluk katmak için ideal gibi görünüyor. Berbat ve groteskin mide bulandırıcı hale gelmesini ya da tatlı ve şirinin göz sulandırmasını sağlayan da bu tarz sağlayabilir.
Fakat hatırlanması gerekilen şudur; bu mübalağa sanatı değildir. Onun yerine detaylarda boğulurken esas anlatıdan kopulmasıdır. Olumsuz bir yön olarak, bu durum karmaşıklığa davetiye çıkarabilir. Hikâyenin gidişatında kopmalar yaratabilir ve olay örgüsünü sekteye uğratabilir.
Yine de bunun edebi bir estetik taşıdığını da söylemek gerek. Bence en can alıcı nokta, bunun yerinde ve tutarlı kullanışında yatıyor. Başlangıçta pekâlâ böyle bir giriş yapılabilir. Bir karakterin duygu ve düşüncelerini en nihayetinde açığa döktüğü bölümde anlatıma canlılık katabilir. Bir “yama” ya da “pasaj” olarak adlandırılması da bu yüzden zaten. Tümüne etki ederse soyut bir salata gibi karman çorman hale gelmesi olası. Bir okur bunu tercih etmeyecektir.
Olumsuz bir diğer yan olarak da aklıma gelen şey elbette (özellikle aşırı kullanımın) eseri eleştiriye maruz bırakacağıdır. Hikâyeler, gerçek ya da kurgusal olayları aktarmak içindir. Eğer yazar anlatımını sürekli olarak dilinde döndürürse ondan sıkılırız. O raddede artık gereksiz bir sanat yapma çabasından fazlası haline gelmeyecektir.
Biliyorsunuz ki birçok usta yazarın kendine ait rutinleri ve tavsiyeleri oluyor. Bunların birçoğunda ortak noktalar olabildiği kadar, şaşırtıcı ve beklenmedik yanları da öğrenebiliyoruz.
Bunlardan biri, kısa ve net yazmak deyince aklıma gelen ilk yazarlardan biri olan Ernest Hemingway’di. Kısa hikâyeler yazmayı, kısa cümleler kurmayı sevmiş ve bu türden bir yazım biçimini destekleyen birçok yorum yapmış.
Fakat o dahi, günün sonunda bu tarza başvurur. Çünkü şatafatlı yazım, daha önce de bahsettiğimiz gibi, illa ki hikâyenin tümüne etki etmek zorunda değildir. Gerektiği yerde kullanılması çeşitliliği yaratır, gidişatın seyrini değiştirebilir.
Önemli olan, neyi dışarıda bırakacağınızı bilmektir. İyi olup olmadığınızı, neleri atabileceğinize bakarak anlarsınız.
Şahsen bu kısa yazma işinde hiç iyi değilim. Yazılarıma genellikle bir iskelet çıkartarak başlarım, (bence) yeterince kısa olurlar. Ancak en sonunda mutlaka betimlemeler ekleyerek süsleme ihtiyacım olur. Yine de bunun abartıya kaçmamasına dikkat ediyorum. Bir okur gözüyle bakınca, uzun uzadıya okumak beni de bayabiliyor açıkçası.
Öte yandan, bittiğine emin olduğum yazımı kısaltmak kadar acı verici bir şey de yoktur benim için. “Özet çıkarmak” tam bir işkence. Ama Hemingway bu konuda haklı; bir şeyleri söküp atmak en zoru ve en öğreticisi. Hâlbuki sonrasında, çıkardığınız kısımlar için (genelde) pek üzülmediğinizi görüyorsunuz. Rahatlama hissini yaşayabiliyorsunuz.
Günün sonunda ağdalı dili asla kötülemiyorum hatta gerektiğini düşündüğüm yerde kullanma taraftarıyım. Belki bu sadece edebi anlamda değil aynı zamanda kişinin karakteriyle de alakalı bir durumdur. Konuşmaktan çekinmediğimde susmam genelde zaman alır, konulardan istemsizce saparım ve (bilinçsizce de olsa) uzatmaktan çekinmem. (Bunun bazen ne kadar sinir bozucu olabileceğini biliyorum). Tıpkı duygularımızdan parçaları kurgularımıza ve karakterlerimize yansıtmamızın doğallığı gibi, içgüdüsel tavrımızın da böyle hareket etmesi ve dallanıp budaklanan bir anlatım sunması normal değil midir?
Comments