Dün bir kısa öykü yazmaya giriştim ve ne mutlu ki gün içerisinde tamamlayabildim. Aklımda onu başka bir güne bırakmak vardı. Ancak kafam boşken bir anda başlayınca bitişi de hızlı oldu. Yazarken gayet keyif aldım ama burada benim için önem taşıyan bir nokta vardı.
En çok zorlandığım konuya göğüs germiştim onu yazarken. Kısa ya da bu bağlamda kısıtlı kelime adedini baz alarak yazmak. Yazı kulübümüz için belirlediğimiz üst sınır 3000 civarı olduğu için bunu aşmamaya özen gösteriyoruz ve bu benim açımdan gerçekten zorlayıcı oluyor.
Belki alaycı ya da narsist gelmiştir söylediklerim ama öyle değil. Kısa yazmakta zorlanıyorum ve bunu becerenlere saygı duyuyorum. Bu yüzden de kendimi kısıtlamam gereken bu türden meydan okumalar aslında hoşuma gidiyor. Bir nevi alıştırma olarak görüyorum.
Bugün biraz okuma ve araştırma yaptım ve karşıma Ernest Hemingway’in “Buz Dağı Teorisi” (Iceberg Theory) kavramı çıkageldi. Bu yazma tekniğini kendisi bulmuş ve adlandırmış. Genç bir gazeteci olduğu dönemde uygulamaya başlamış ve yazarlık kariyeri boyunca da sadık kalmış.
Aslında oldukça “basit” bir kavram ve teknik bu. Uygulama kısmı ise yorucu olabilir. Hemingway, yazıların olabildiğince asgari kelimeler ile oluşturulması gerektiğini düşünüyormuş. Sade ve özlü olmalı, laf salatası yapılmamalı ona göre.
Öte yandan öykü tıpkı bir buzdağı gibi olmalı; yüzeydeki kısımlar aracılığıyla altta yatan derin ve gizli anlamlar verilebilmeli. Bakın bir anda durum farklı bir hal aldı, öyle değil mi?
Belirttiğine göre, okura temel bilgiler sunulmalı ve detaylara her zaman girişilmemeli. Gerekli olanlar aktarılmalı ve uzun tutulmamalı. Duygusal derinlikler ya da alt metinler her daim gizli olmalılar.
Burada iş bir noktadan sonra yazardan çok okura düşüyor. “İçerik kısa olunca üstünde düşünülecekler daha az olacaktır,” diye düşünüyorsanız kesinlikle yanılıyorsunuz. İşte tam da bu yüzden kısa öyküler yazabilenlere tavım. Ek olarak, “Death in the Afternoon” adlı eserinden bir alıntı.
“Eğer bir düzyazı yazarı, yazdığı şey hakkında yeterince bilgi sahibiyse, bildiği şeyleri atlayabilir ve okuyucu, eğer yazar yeterince içten yazıyorsa, bu şeyleri yazar ifade etmiş gibi güçlü bir şekilde hisseder. Bir buz dağının hareketinin saygınlığı, sadece sekizde birinin suyun üzerinde olmasından kaynaklanır. Bir şeyleri bilmediği için atlayan bir yazar, yazısında sadece boş yerler bırakır.”
Alıntıda da okuduğumuz üzere, diğer önem taşıyan nokta da ne yazdığımızı bilmemiz. Yazılarım esnasında ara sıra durup kendime bu soruyu soruyorum. “Şu an ne hakkında yazıyorum?” Eğer bu sorunun cevabını vermekte güçlük çekiyorsam ya yönümü değiştiriyorum ya da basite indirgemeye zorluyorum kendimi. Kolay olmuyor haliyle ama bir anlatım sağlamak için önce içsel münakaşamı dindirmem gerek. Okur, okuduğunu birkaç cümleyle açıklayabilmeli. Detayları irdelerken de hayal gücünün akışına yedirebilmeli. İşte bunu sağlayabilirsek her iki tarafın da gönül rahatlığıyla üreteceği/tüketeceği bir eser çıkabilir ortaya.
O halde toparlayalım. Dilimiz sade olmalı. Bu, betimlemelerimizi eksik tutacağımız anlamına gelmiyor. Cafcaflı ve kafa karıştırıcı olanları, konudan uzaklaşan örneklemeleri yapmaya gerek yok. Okuru konunun içinde tutmalı, betimlemeleri de o çizginin dışına taşmadan sağlamalıyız. Kısacası manasız fazlalıkları kesip atmalıyız.
Yüzeyde kalmalı. Karakterlerin tüm duygu ve düşünceleri verilmemeli. Başına gelen olaylar aracılığıyla okura sunulmalı. Rastgele bir örnek vereyim. Kaba saba olduğunu belirttiğimiz bir adam, boğulmakta olan çocuğu kurtarıp onu rahatlatmak için çocuksu bir şekilde gülümsüyorsa, sandığımızın aksine duygu yüklü biridir. Olayın kendisi onun duyguları hakkında bize fikir verir. Bunu alması gereken okurdur, yazarın tekrar tekrar üstüne basması yersizdir.
![](https://static.wixstatic.com/media/3fb524_bb1ed03c9a6745e694de1e04b9de0300~mv2.jpg/v1/fill/w_980,h_735,al_c,q_85,usm_0.66_1.00_0.01,enc_avif,quality_auto/3fb524_bb1ed03c9a6745e694de1e04b9de0300~mv2.jpg)
Photo by Alexander Hafemann on Unsplash
Hemingway yazılarını sık bir şekilde kontrol eden birisiymiş. Üstelik, yazacağı her bir yeni bölümden evvel, önceki kısımları mutlaka okur ve değiştirirmiş. Son bir fırsat olarak görürmüş bunları. Ben de yazılarımı gözden geçiriyorum ama onun yöntemi kadar disiplinli değilim. Onun kısa öykülerini iyi yapan neden bu mudur bilmem ama şahsen gönlünü rahatlatmak için yaptığı bir rutin olduğunu düşünüyorum. Bahsettiğine göre, “Silahlara Veda” adlı eserinin sonunu otuz dokuz kez yazmış.
Bitirirken hatırlatayım, bu yazım tekniği en iyisi ya da en doğrusu değildir. Kısa ve öz yazmak için kullanışlı ve (Hemingway’in kalitesinden görebileceğimiz üzere) etkili bir yöntem olabilir. Burada anlatılanları birebir uygulamadığınız yazılarınız elbette vardır. Bazen kalabalık yazıların daha iyi hissettirdiğini düşünebiliriz. Bazen de çok fazla düşünüp az yazarız, belli mi olur. Nihayetinde yazma süreci, tekrar tekrar denemekten ve yazıyla içsel bir bağ kurmaktan geçiyor.
Comentarios