Sosyal medya platformlarının sevdiğim nadir özelliklerinden birisi, ilgi gösterilen ya da üstünde çalışılan uğraşlarla ilgili fikirler verebilmesi, akılda bir şey canlandırmaya yardımcı oluşu ve diğer insanların neler yapabildiğine şahitlik etmemizi sağlaması.
Bir arkadaşım fotoğraf makinelerine, çekimlere ve dijital anlamda düzenlemeler yapmaya ilgili. Ben de seviyorum ama onun kadar değil açıkçası. Fakat ortak bir noktada buluşabiliyoruz ki o da aslında çekimlerin ortaya koyduğu çıktısı: geriye bir şeyler bırakabilmek.
Bu konu hakkında benden daha önce benzer yazılar okumuş olabilirsiniz, üstünde konuşmayı da seviyorum açıkçası. Yani gelecek için bir şeyler yapabilmekten bahsediyorum. Ancak dürüst olmak gerekirse bu konular da dönüp dolaşıp beni buluyor. Belki de kafam o yönde düşünmeye daha meyilli olduğundan da olabilir tabi.
Son beş senedir aklımdan çıkarmadığım ve önem arz ettiğine inandığım bir söz var. Bu konuya uygun düşüyor. Bir Yunan atasözüymüş ancak kaynağından emin değilim. Yine de önem taşıyan noktası bende uyandırdığı his.
“Bir toplum, yaşlı insanlar gölgelerinde asla oturmayacaklarını bildikleri fidanlar diktikleri zaman büyür.”
Hayat benim için büyük çoğunlukla bundan ibaret olmaya başladı. Bu uğurda harikalar yarattığımdan değil bu, kafa yapısı olarak gün geçtikçe benimsemeye çabaladığımdan. Söylemesi kolay ancak yapması özellikle de günlük raddede zor olduğundan da, bunu inşa eden işlere kalkıştığımda ya da neler yapabileceğim hakkında düşündüğümde verdiği haz da buraya yazma isteğimi diri tutuyor.
Photo by Yurii Zinets on Unsplash
Bahsettiğim husus toplumsal katkı sağlayabileceği kadar bireysel anlamda da etki bırakabilir. Aksine, herkes bunu kendi için gerekli bile görmeyebilir. Bunun bireysel bir seçim olduğuna inanırken aynı zamanda yapılanların bir şekilde geleceğe yön verdiğini söylemek de abes olmaz. Aldığımız kararları ara sıra da olsa geçmişe dönük şekilde incelediğimizde bunları görebiliyoruz malum. Asıl önem kazanan ise bilinçli olarak geleceğe etkide bulunmaya çalışmak.
Başa dönelim, arkadaşımın fotoğrafçılığa olan merakından bahsetmiştim. Kendisiyle ara sıra buluşur, İstanbul’un Beyoğlu, Pera, Karaköy gibi muhitlerinde bulunuruz. Burası hem bireysel nostaljimizi hem de toplumsal anılarımızı tekrar tekrar yaşamamıza olanak sağladığı gibi aynı zamanda bizi bir zaman tüneline sokuyor. Çünkü kıyaslama yapabiliyoruz ve nelerin değiştiğini görebiliyoruz. Tıpkı yüzyıldır orada dikili duran ve eski tip mimarinin izini taşıyan binalar ve onların üstüne zamansızca ve hayasızca yaşayan o asalak plastik pencereler gibi.
Yoğunluğu yüzünden bu uğraşa zaman ayıramıyor ben ise ara sıra onu destekleyici şekilde konuşuyorum. Sonrasında bu konuşmaların bana da sirayet ettiğini fark ettim. Bahsettiğim üzere, bu konudaki ortak noktamızı keşfetmiştim.
Hepimizin bildiği gibi fotoğraf çekmek anı ölümsüzleştirmektir. Ben ise yazılarımla fikirlerimi, o dönemki düşüncelerimi ve kurgularımı kelimelerle buluşturarak geleceğe postalıyorum. Aslında ikimizin de yaptığı, bilinçli ya da bilinçsizce bu amaca hizmet ediyor ve kişisel anlamda geleceğimize uzanmaya şans tanıyor.
Photo by Ramazan Tokay on Unsplash
Derken sosyal medyadaki rastgele videolardan biri önüme düştü.
Anlatılana göre bu kişinin dedesi eski bir fotoğrafçıymış ve yaklaşık 80 bin adet fotoğraf çekmiş. Senelerce ve ülkelerce gezip her yeri incelemiş ve belgelemiş. Sonrasında ise bunları geleceğe taşımak adına elinden gelen en iyi şekilde arşivlemiş.
Şimdi ise torunu bunları tek tek inceleyip adeta eski zamanları tanıyor, dedesinin yaşadıklarına misafir oluyor. Üstüne üstlük, -muhtemelen dedesinin ona bıraktığı tüm bu harikalar yüzünden- onun gittiği yerlere gitmek, çekim yaptığı yerleri bulmak, o kareleri günümüzde yaşamak ve güncel manada tekrardan belgelemek istiyormuş.
İki taraf için de muazzam bir his bu. Biri bu zevki geçmişte yaşadı, ileride bunun böyle olacağını varsaymaktan öteye gidemedi belki. Diğeri ise bunları ödev kabul etti ve hem ona saygısını göstermek hem de kendi hayatına bir rota çizmek adına bu işe kalkıştı. Gölgesinde dinlenemeyeceğini bildiği fidan ağaç oldu hatta elmalarını döktü. Düşenleri yiyenler de tohumlarını tekrar ekmeye başladı.
Bu videoyu ona gösterip daha fazla teşvik ettiğim günlerin sonunda ibreyi kendime çevirdim ve bunun bende ne şekilde etki edebileceğini sorguladım. Aklıma seneler önce kaydettiğim bir gönderi geldi. Tam altı sene öncesinden.
Burada görebileceğiniz ve detaylarını inceleyip bir diğerine geçiş yapabileceğiniz gönderide görüldüğü üzere benzer bir iş koyulmuş ortaya.
Bu kişinin dedesi ise 1949 yılından bu zamana kadar okuduğu kitapların hepsinin düzenli bir şekilde not etme kararı almış. Kitabın ismi, yazarı, türü, sayfa sayısı gibi bilgilerin yanı sıra, toplamda kaç sayfa okuduğu ya da o sene okuduğu kitapların ortalama sayfa sayısını eklemiş.
Eğer bilgileri arşivleme, not tutma, kaydetme gibi gelenekleriniz yoksa garip ve gereksiz gelebileceğini düşünmekteyim. Ancak böylesine bir kaydın tutulması ve eksiksiz şekilde yerine getirilmesi benim için hazine niteliğinde. Zira herkes “anı yaşa, bu kadar takılma geçmişe” demesine rağmen dün ne yediğini hatırlayamayacak kıvama gelmiş durumda. Lapa olmaya müsait beyinlere tutkal niteliğindedir not tutmak. Arkadaşınızın doğum gününü unuttuğunuzda görürüm ben sizi.
Bu gönderiyi gördüğüm gibi 2018 yılında benzer şekilde tuttuğum kaydımı açtım ve kaldığım yerden, 2020 yılından toparlamaya çalıştım. Zorlayıcıydı çünkü geçen bu yıllarda ne zaman ne yaptığımı bilmediğimi ya da pek iyi hatırlayamadığımı fark ettim. Tabi ki hayatımın her günü kısa notlarla kaydettiğim dijital bir günlüğüm var, bunun üstesinden gelebilirdim. Ancak bununla dahi dört tam günümü aldı.
Photo by David Werbrouck on Unsplash
Hiç görmediğim dedemin ismini taşıyorum. Soyadımızı, verdiği uğraşları sonucunda kazandığı saygıdan alıyorum. Biliyorum, Japonya’nın temsil ettiği kafa yapısına sahip değiliz; geçmişe dönük geleneksel yapımızdan kopmayı seviyoruz, çağdaşlaşmanın sürekli olarak yeniye uyum sağlamak olduğunu düşünüyoruz. Bunu yaparken bir zamanlar yaşayanları, yaşananları bir kalemde silebiliyoruz. En kötüsü de duygusuz bir biçimde bunu normalleştirmeye başladık.
Sonra ne oluyor peki? Anda yaşadıklarımızı da umursamamaya başlıyoruz. Ne geçmişin zevkine varıyoruz ne de şimdinin.
Zamanın bu ataletinin önüne geçen ise, bana kalırsa, geçmiştekilerin bıraktığı izleri içimizde taşıyabilmek ve yetinmeyip, geleceğe kendimizden izler bırakabilmek. Elimizden ne geliyor ise, bizi biz yapan her ne ise.
Çünkü geçmişte yaşanılmaz ancak geçmişten öğrenilir. Ne öğreneceğimiz ise hem bize bırakılanlarla hem de dönemin getirdiği düşünce yapısıyla alakalıdır. Bilemiyorum, belki de tüm bu kayıtların gelecekte hiçbir manası olmaz. Ancak ben, bir başkasına ait kaydı gördüğümde böyle heyecanlanıyorsam ileride de bunu yaşatabilirim. Düşünsenize artık yoksunuz ancak bıraktıklarınız gelecekte hala yankılanıyor. Bundan serin, bundan koyu gölge, bundan yeşil, bundan uzun ağaç nerede bulunur?
Bir yazı, bir fotoğraf, bir heykelcik, tahta işi oyma, boyanan bir tablo, toplanan pullar ve diğer koleksiyonlar… Bunları günlük anlamda müptelası olacak şekilde yaşatmaktansa, ileride de katkısı olabileceğini bilerek yapmak ve yaşatmak bence en güzeli. Zira bu bize aynı zamanda ne kadar etkili bireyler olabileceğimizi de gösterir. Yaşamın geçiciliğini, bu sürecin değerini, sadece belli şeylere yetişebileceğimizi, ortaya koyduklarımızın ise sandığımızdan da değerli olabileceğini anımsatır bize. Her şeye el atamadığımızdan strese girmememizi, tüm kitapları okuyamayacağımızı, tüm kelimeleri yazamayacağımızı ya da her yeri fotoğraflayamayacağımızı yüzümüze vurur. Kötü bir şey değil bu, sadece doğal ve gerçek. Arada sırada ölümü hatırlamak ise kötü değildir.
תגובות